DEVLET’İN KADERİ?

Hasip Sarıgöz - Kasım 17, 2020 2:34 pm A A
Yıl 2020.
Müslümanlar tarafından, bir devlet kurulalı tam 1398 yıl olmuş…
Fakat görülen o ki, bazı şeyler bin küsur yıl geçmiş olmasına rağmen hiç anlaşılmamış.
Anlaşılmamış olmalı ki, daha birkaç gün önce, Partili Cumhurbaşkanı çıktı ve dedi ki: “AK Parti’nin kaderi ile ülkenin kaderi birbiriyle bütünleşmiştir. AK Parti kaybederse, Türkiye’nin belirsizlik, istikrarsızlık, siyasi ve mali boyunduruk çukuruna yuvarlanacağı gerçeğiyle karşı karşıyayız!”
Bu nasıl oluyor?
Devlet geleneği Milat’tan önce tam 209’a dayanan ve binlerce yıl adı değişse bile, hiç devletsiz kalmamış bir milletin ve devlet geleneği en kadim olan bir devletin, kaderi nasıl oluyor da o devleti geçici bir süre yönetme yetkisi almış bir partiyle birleşebiliyor?
Olay bu kadar basit mi?
Peki, Türk Devleti gibi bir devletin kaderi, her hangi bir partinin kaderiyle gerçekten birleşebilir mi?
Elbette birleşemez.
Neden?
Çünkü her şeyden önce, öyle bir şey olsaydı Türk Devleti binlerce yıldır dimdik ayakta kalamazdı.
Öyle ya, Türk tarihinde ne partiler ve ne oluşumlar geldi geçti…
Bırakın ilk Türk devletlerini, siz sadece Cumhuriyet tarihinde var olan, yönetime gelen ve sonra da yok olup giden partileri bir çırpıda sayabilir misiniz?
İsterseniz konuyu biraz daha açalım ve biraz da İslam tarihine girelim.
Girelim, çünkü şu anda ülkemizi yöneten malum parti de işlerin çoğunu (görünüşte de olsa) din üzerinden götürmeye çalışmaktadır.
Takvimler 622 yılını gösteriyordu…
Yer bugünkü Arabistan Yarımadası, şehir Medine idi…
Henüz Hicret’in ilk yılıydı. Şehir’de; 1.500’ü Müslüman, 4.000’i Yahudi ve 4.500’ü de Müşrik (putperest) ve diğer unsurlar olmak üzere yaklaşık 10.000 kişi yaşıyordu.
Ve İslam Peygamberi Hazreti Muhammet tarafından bu şehirde bir devlet kuruldu.
Çoğunuz bunun, bir İslam/Şeriat Devleti olduğunu düşünüyorsunuz…
Öyle değil mi?
Öyle ise çok yanılıyorsunuz!
Çünkü Peygamber efendimizin önderliğinde kurulan bu devlet, sanılanın aksine bir din/İslam devleti olmayıp: Dayatmacılıktan veya tahakkümden uzak, karşılıklı olarak hak ve özgürlüklere saygılı, hakkaniyetli, laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devletiydi.
Anayasası Hz. Peygamber tarafından hazırlanan bu devletin adı da aslında “Medine Site (Şehir) Devleti”ydi.
Ve bu Devlet: Din birliğinden öte; dini, kültürel ve hukuki özerklik temelinde ırk, dil, din, mezhep ve etnik köken farkını gözetmeyen, (o dönemin cahiliye şartlarında ortaya konulan) müthiş bir toplumsal projeydi.
Bu Devlet’in ilk yazılı anayasasını oluşturan mutabakat metni ise, “Medine Vesikası” idi.
Temeli; uzlaşıya, hakka, adalete, özgürlüğe, kardeşliğe, birliğe, beraberliğe, eşitliğe, can ve mal güvenliğine, inanç ve milliyet hürriyetine, yardımlaşmaya, zalime dur demeye ve zulme karşı çıkmaya dayanıyordu.
Peygamber Efendimizin başında olduğu bu müstesna devlet: Peygamber Efendimiz Rabbi Rahman’a kavuşana dek; inançlara saygı, hakkı ve hukuku üstün tutma, adaleti hâkim kılma, içtimai ve kültürel alanlarda gelişim ve buna benzer birçok insani ve uhrevi alanlarda çok değerli icraatlar gerçekleştirerek kalplere yerleşti ve tarihe de altın harflerle kazındı.
Veda Hutbesinden kısa bir süre sonra Hakk’a yürüyen Peygamber efendimiz; kendisinden sonrası için Kuran ve sünnetleriyle işaret ettiği İslami, insani ve evrensel değerler/kurallar dışında; Hilafet veya İmamet konusunda ne kayınpederini, ne de damatlarını, yani hiç kimseyi işaret etmedi.
Ne hazindir ki, ne Kuran’ın ayetleri, ne Peygamber’in sünnetleri ne de Medine Vesikası; sahabeler de dâhil olmak üzere hiç kimse tarafından tam olarak anlaşılamamış olacak ki; Hz. Peygamberin vefatından sonra, daha ilk günden fitne çıktı!
Öyle ki, Peygamberimizin toplu halde bir cenaze namazı dahi kılınamadı!
Bu kutsal topraklardaki fitnenin ilk zaferiydi, ama son olmayacaktı!
Zira, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin cenaze namazları da topluca kılınamamıştır.
Hak Peygamberi Veda Hutbesinde “Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönmeyiniz ve birbirinizin boynunu vurmayınız!” diye vasiyet ettiği halde, İslam âlemi o günden bu güne deyin, cinayetler ve katliamlarla dolu fitne ve fesat dehlizlerinde çile çekmeye devam etmektedir.
Daha ilk günlerde “Babam, kendisinden sonra Müslümanlara lider (veli) olarak yeğeni Ali’yi bırakmıştır” diyerek Ebubekir’in liderliğini (halifeliğini) tanımayan Peygamber’in kızı Fatıma’yı ölesiye dövdüler, önce karnındaki çocuğu düşürdü ve sonra da genç yaşta kendisi öldü!
Nasıl bir saadet asrı ise, “Asrı Saadet” denilen bu dönemde, kayınpeder ve damatlardan oluşan 4 halifeden 3’ü öldürüldü. Öyle ki, bunlardan birisi olan Hz. Osman, Müslümanlıktan çıkmış sayılarak (rivayete göre) Yahudi mezarlığına gömüldü!
Konuyu biraz daha açalım:
İslam ne bir ruhbanlık dini, ne de soyu sopu üstün kılan bir dindi. Fakat buna rağmen ilk halife olan Hz. Ebubekir Peygamber’in kayınpederiydi. O diğer halifelerden biraz daha şanslıydı. Sadece iki yıl halifelik yapabilmiş olmasına karşın, yatağında vefat eden tek halifeydi.
İkinci Halife Hz. Ömer’di, O da Peygamber’in kayınpederiydi. Tam 10 yıl halifelik yaptıktan sonra öldürüldü!
Üçüncü Halife Hz. Osman’dı. Peygamber’in damadıydı. 12 yıl halifelik yaptı, ardından öldürüldü! O’na saldıranların arasında ilk Halife Ebubekir’in oğlu da vardı!
Dördüncü Halife ise Hz. Ali’ydi. Peygamber’in damadıydı. 4 yıl halifelik yaptı ve ardından o da zehirli bir hançerle kahpece katledildi!
Daha sonra Hz. Peygamber’in torunları da Kerbela’da şehit edilecekti!
Dikkat edin, bu kişilerin hepsi peygamber yakını ve sahabeydi. Daha ilk günlerde dolaylı yönden öldürülen öz kızıydı. 4 halifeden 2’si kayınpederi, 2’si de damadıydı. Kerbela’da şehit edilenler ise torunları…
Babanız ya da damadınız Peygamber de olsa, yönettiğiniz insanların hepsi sahabe ve akrabadan da olsa durum bu.
Dört halife dönemi bitti. Peki, İslam dünyası bir huzur bulabildi mi? Ne yazık ki hayır! Gelen gideni aratır oldu ve ardından gelen dönem ısırıcı melikler, Muaviyeler ve Yezitler dönemi oldu.
Onun için kimse kendinden emin olmamalıdır ve bu manada hiç kimse eleştirilemez değildir.
Tarih bize gösteriyor ki, hiç kimse; en yakınlarını yanına alarak, devleti bir parti devletine dönüştürerek ve hanedan gibi yöneterek, kendini ve davasını garantiye almış olamaz. Aksine onlar da o zor imtihana tabi olurlar ve çok ağır bir bedel ödemek zorunda kalırlar.
Peygamber Efendimizin hayata, dünyaya, insana ve dine olan bakış açısı anlaşılmadan ve hele ki Medine Vesikası temelli devlete olan bakış açısı anlaşılmadan, İslam da kâinat da anlaşılamaz.
İşte anlaşılamadığı için de, sırf bir din devleti kurabilmek adına dört halifenin yanlışlarına girilebilir ve Yezitlerin yoluna sapılabilir.
Çünkü din diye gözümüzün içine sokmaya çalıştıkları şey, Hz. Muhammed’in din diye inandığı mefhumdan çok farklı bir şeydir. Yine aynı şekilde devlet diye; enişte, kayınpeder ve damatlarla dönüştürmeye çalıştıkları şeyin de Peygamber efendimizin devlet anlayışından fersah fersah uzak olduğu çok açıktır.
Aynı şekilde, ümmet kavramı da çok yanlış anlaşılmış bir şeydir.
Ümmet kavramı nedir diye sorsam, çoğunuz “Hz. Muhammed’e iman ederek onun etrafında toplanmış Müslümanların tümü” diye cevap verirsiniz.
Yine yanılıyorsunuz!
Çünkü Sevgili Peygamberimiz Medine Şehir Devleti’ni kurduğunda, ümmet kavramı da bugünkünden çok farklıydı. Sözünü ettiğimiz bu vesika imza edildiğinde; Müslümanlara ilave olarak bu devletin içerisinde yer alan Yahudiler, Hıristiyanlar, ateşperestler ve putperest Araplar dahi Hz. Peygamber’in ümmeti kavramı içinde yer alıyorlardı. Siz şimdi bu durumu cahil bir Müslümana anlatabilir misiniz? Hadi anlatın bakalım.
Şimdi ümmetin lideri diye kasım kasım kasılanlara hadi kabul ettirin bakalım.
Ne yazık ki, Müslümanların çoğu; ne Allah’ın son dini İslam’ı, ne Allah’ın son Peygamberi Hz. Muhammed’i ne de onun kurduğu devletin anayasasını tam olarak anlayamadılar!
İşte onun için, hep enişte, kayınpeder, oğul ve damat hükümranlığı kurulmaya çalışılabilir!
İşte onun için, kendileri gibi düşünmeyenleri gafil, hain ve düşman ilan edebilirler ve hatta kendileri gibi düşünmeyenleri ortadan kaldırmaktan büyük bir zevk alabilirler!
İşte onun için, İslam kurallarını kendi lehlerine yok sayabilmek adına “Darül Harp” yalanı atılabilir, hatta kendi yalanlarına kendileri dahi inanabilirler!
Belki de sırf bu yüzden beytülmala rahatlıkla el uzatabilirler!
Çünkü onlar, gerçeği bilseler dahi hakka değil, yalnızca sahip oldukları ve ellerinde tuttukları güce iman ederler.
21’inci yüzyılda yaşıyor olmamız bile hiçbir şeyi değiştirmez.
İşte tam da bu yüzden karşımıza geçerler ve aklımızla alay edercesine hem de gözlerimizin içine baka baka:
“AKP’nin Cumhurbaşkanı’na itaat etmek farzdır” diyebilirler.
Bir fani için “Götünün kılı oluruz” yakıştırması yapabilirler.
“Rahmetimiz gazabımızı aşmıştır!”,
“Bakara, makara, her Cuma bir ayet salla gitsin!”,
“Erdoğan’a dokunmak bile ibadettir!”,
“Peygamberimiz gurur yaptı, biz yapmıyoruz!”,
“İman ve İslam Tayyip Bey’e oy vermeyi emreder!”,
“Yolsuzluk yapana hırsız denmez!”,
“Çalıyorlar ama çalışıyorlar!” diyebilirler.
Daha da ileri gidip, “Milletin orasına koyacağız!” diyenlere, her seferinde çok daha büyük ihaleler verebilirler.
Garibanın gırtlağına basıp tek kuruş vergi alacağı bırakmazlarken, sırf yandaşlık ve kandaşlık hatırına, milyon dolarları bulan vergi borçlarını sıfırlayabilirler.
Bu milleti kurtaran, Anadolu Müslümanlığının yok olmasını önleyen ve milletine bağımsız bir devlet hediye eden değerleri dışlayıp/taşlayıp, “Keşke Yunan galip gelseydi!” diyen fesli dangalakları baş tacı edebilirler.
Aslında İslam’ın teşvik ettiği esasları da dile getiren Andımıza dahi, kin ve nefretle karşı çıkabilirler!
Allah’ın takdir ve var ettiği millet olgusunu düşüncesizce dışlayabilirler!
Mehmet Akif’in “Türk eriyiz, silsilemiz kahraman; Müslüman’ız, Hakka tapan Müslüman” dizelerini hiç hatırlarına getirme gereği duymadan, televizyonlara çıkıp “Türkçülük bölücülüktür!” diye haykırabilirler.
Yüce Allah’ın sevdiği ve Sevgili Peygamberimizin defalarca övdüğü Aziz Türk milletini, yok da sayabilirler!
Dünyadaki en doğru milliyet anlayışını ortaya koyan Türk milliyetçiliğini, adeta bir gafil rahatlığıyla ayaklarının altına dahi almaya çalışabilirler!
Hatta ve hatta, sahip oldukları güç dışındaki her şeyi ellerinin tersi ile bir kenara iterek, “Cumhurbaşkanımız Allah’ın bütün sıfatlarını taşıyor!” bile diyebilirler.
Bütün bunlardan sonra da ortaya çıkıp “Devlet’in kaderi ile Ak Parti’nin kaderi birleşti” AKP yıkılırsa Devlet de yıkılır dahi diyebilirler.
Ama şunu unuturlar: Yüce Allah kişilerin de, milletlerin de kaderini; bir partiye, bir tek adama veya bir zümreye bağlı değil, “kişilerin ve milletlerin çabalarına bağlı kılmıştır.”
Yani ulu Önderimiz Atatürk’ün de Amasya Kongresinde söylediği gibi “Milletin bağımsızlığını (ve dahi kaderini), yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.
Ve yine şunu unuturlar ki, Yüce Allah’ın Büyük Türk Milleti için takdir ettiği kader, ilginç bir tecelli olarak, bundan tam 1300 yıl önce kitabelere, taşlara kazınmıştır.
Denilmiştir ki: “Ey Türk! Titre ve kendine dön. Üstte mavi gök çökmedikçe, altta yağız yer yarılmadıkça, senin ilini ve töreni kim bozabilir?”
Yani, Türk’ün milleti ve devleti; Bilge Kağan’ın işaret ettiği gibi, gök çökene ve yer yarılana dek (yani kıyamete kadar), Atatürk’ün ifade ettiği gibi ise “İlelebet” Payidar kalacaktır.
Ve tabi ki bu sürecte, nice nice partiler ve dahi o partilerin, (partisinin menfaatlerini milletin menfaatlerinin önünde tutan) nice nice liderleri unutulup gideceklerdir.
Görüyorsunuz: Sadece bizdeki değil, dünyadaki bütün Müslümanların durumu ortada…
Yozlaşmışlık ortada!
Emin olun ki, durum 4 halife döneminden ve hatta Muaviye ve Yezit döneminden bile vahimdir!
Yani?
Yanisi şu:
Eğer, Büyük Türk Milleti; kendi kaderini, (en az milletin yarısının inanmadığı, güvenmediği ve asla desteklemediği) bir parti ile birleştirmişse geçmiş olsun!
Devleti unutun!
Milli hakimiyeti unutun!
Özgürlüğü unutun!
Unutun gitsin!!!
HASİP SARIGÖZ
Bu haber 580 kez okundu.
Hasip Sarıgöz - 2:34 pm A A
BENZER HABERLER

YORUM BIRAK

YORUMLAR

Hiç yorum yapılmamış.