“Bölücü Kürtçülük Hareketi ve Eşeyli Üreme”

Hasip Sarıgöz - Eylül 7, 2018 1:55 am A A

 “2030’da Kürt nüfusu Türk nüfusunu geçecek. O zaman her şey kendiliğinden hallolacak”

(PKK Terör Örgütü Lideri Abdullah Öcalan)

 

 

Türk Milli Devletini Ufukta Bekleyen Büyük Tehlike!

 

Bir milletin başka bir milleti boyunduruk altına alıp kolayca yönetebilmesinin, sömürge haline getirip iliğine kemiğine kadar sömürebilmesinin ve daha ötesi kendisine düşman olarak gördüğü milletin tarih sahnesinden silinebilmesinin yollarından biri de “Böl, Parçala ve Yut” yöntemidir. Genel bir askerlik kaidesi olarak, her düşman cephesinin genel taarruzdan önce yıpratılmış olması esastır. Bu yıpratma ve zayıflatma olayının birçok yöntemi vardır. Düşman içine sokulan casuslar vasıtasıyla, düşmanın emir komuta birliğini bozacak fitne ve fesadın çıkarılması; askerler arasındaki din, dil, mezhep, ırk, yöre, kültür, siyasi düşünce vb. her türlü farklılığı kullanarak düşman içerisinde ikilik çıkarmak; maneviyatını bozmak, bölmek ve parçalamak en çok bilinen yöntemlerden bir tanesidir. İşte çok eski zamanlardan beri Türk milleti ile hesapları olan ve “Türk” ve “Türkistan” kelimelerine dahi tahammülleri olmayan Çinliler ve Ruslar, daha sonradan özellikle İngiltere, Amerika ve İsrail’in başını çektiği Haçlı zihniyeti sürekli olarak Türk milletini bölüp parçalamanın ve yok etmenin peşinde olmuştur. Bu amacı gerçekleştirebilmek için her türlü yöntemi uygulamaktan da asla geri kalmamışlardır. Maalesef ki, zaman zaman da başarılı olmuşlardır.

İngiltere’de zamanın Başbakanı Gladstone, Oryantalizmin ve Şark meselesinin özünü itiraf edercesine, Haçlı Seferleri’nin en büyük hedefi olmuş, İslam’ı temsilen yüzyıllar süren mücadeleler vermiş olan Türk Milleti için: “Türkler (Müslümanlar) insanlığın insan olmayan numuneleridir, geldikleri yere, Orta Asya bozkırlarına sürülmelidir.” demiştir. Yine zamanın ABD Başkanı Theodore Roosevelt daha 1898 yılında “Dünyada herkesten önce ezmek istediğim iki güç İspanya ve Türkiye’dir” demek suretiyle Türkler konusunda İngiltere ile aynı görüşte olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Aslında Haçlı zihniyetinin Türk milletine olan bakış açısının özü ve özeti de budur. Kadim Türk düşmanları işte bu emellerine ulaşabilmek için yıllar öncesinden harekete geçtiler ve kendi emellerine hizmet ettirmek üzere, yine Türk ağacının bir kolu olan Kürtleri seçtiler. Rus’u da, İngiliz’i de, Amerikalısı ve diğerleri de 1800’lerden bu yana hep bu Kürt kartı üzerine oynadılar.

Yavuz Sultan Selim döneminde yaşanan bazı tatsız olayları bir yana bırakırsak, ta ki 1850’li yıllara gelinceye kadar, birçok kardeş Türk boyunun hep birlikte vatan yaptığı Anadolu coğrafyasında, kardeşler arasında gerçek anlamda; hiçbir kin, fesat, nifak ve ayrımcılık tohumu yeşermemişti. Her şey İlk defa, Kırım Savaşı’ndan sonra 1856 yılında Rusların, Osmanlı Devleti’ni yıkmak için Hıristiyan Ermenilerin yanında kendi lehlerine kullanabilecekleri bir topluluk aramaya başlamalarıyla birlikte başlamıştır. 1853-1856 Türk-Rus Savaşı’nda yenilen Rusya, o zamana kadar yayınladığı resmi ve askeri haritalarda Doğu Anadolu için “Türkiye Asya’sı” deyimini kullanırken 1856 Paris Muahedesinden sonra Petersburg Bilimler Akademisinin akıl hocalığı ile artık Doğu Anadolu için “Armenya” deyimini kullanmaya başlamıştır. İlim adamlarını Türk birliğini ve dirliğini bozmak konusunda çalışmak üzere görevlendiren Ruslar, Kürt adı verilen doğulu Türkmenleri Osmanlı Devleti’nin aleyhine nasıl kullanabileceklerini araştırmaya başlamışlardır. İlk önce “Kürtler Kafkasyalı bir kavimdir” tezini ortaya atmışlar, tutmayınca Kürtlerin Türklerden farklı olarak Anadolu’nun en eski insanları olduklarını iddia etmişler, yine istedikleri sonucu alamayınca Hint-Avrupa ırkına mensup İran asıllı bir soydan geldiklerini dillendirmeye başlamışlardır. Bazıları ise Kürtlerin Arap soyundan geldiğini ispat etmeye gayret göstermişlerdir. Sadece Rus milleti de değil. İngilizler ve Fransızlar başta olmak üzere, Türklükten rahatsız olan birçok devlet; Kürt adı verilen öz be öz Türkmen boylarına başka isimler bulmak ve başka başka soy ve soplar uydurmak için yıllarca süren sözde ilmi çalışmalar yürütmekten asla geri kalmamışlar, yalan ve yanlışlarla dolu birçok kitaplar yayınlamışlardır. Kürtleri içinde göstermeye yakıştıramadıkları tek millet ise Türk milleti olmuştur. Fakat Türk ve Kürtlerin ayrı ırklardan olduğunu iddia eden bu emperyalistler, bu iddialarını ispatlayacak tarihi, sosyolojik, antropolojik ve kültürel hiçbir delil bulamamışlardır. Sadece konuşulan ağzı ve lehçe farklılıklarını daima bir koz gibi kullanmak istemişlerdir. Lütfen hatırlayın! Lord Curzon, Lozan Konferansı’nda, Türk Temsilciler Heyeti Başkanı İsmet Paşa’ya, Musul-Kerkük konusu ve Kürtler meseleleri görüşülürken, Kürtleri kastederek “Ben onlara bir alfabe verdiğim gün, görürsünüz” demişti…

Bugün için bu amaçları gerçekleşmek üzeredir! Bunlara verilecek en güzel cevap ve tavsiye ise, Kürtlerin kullanmakta oldukları lehçelerin, ilk Türkçe sözlük olma unvanını taşıyan Divan-ı Lügati-t-Türk’te yer alan Türkçe kelimeler ile karşılaştırılmasıdır ki, özellikle Zaza ve Kurmanç ağızları ile olan çok büyük bir uyum ve birliktelik dikkat çekicidir. Bugün bizlerin bile unuttuğumuz Ana Türkçedeki pek çok kelime Zaza ve Kurmaç ağızlarında hala kullanılmaya devam edilmektedir. Fakat bu ilmi gerçekler Türk düşmanları için ne ifade ederdi ki? Onlar fitne ve fesat tezgâhlarını kurmaya ve işletmeye devam ettiler. Maalesef ki birileri de bunlara kandı ve üstelik peşlerinden gitti.

Peki, Rus araştırmacılar Ermenilerle birlikte Türklere karşı kullanmak için neden özellikle Kürtleri seçmişlerdir? Elbette bunun da tarihi bir altyapısı vardır. Kısaca açıklayacak olursak. Osmanlı devrinde İran-Osmanlı-Safevi, ondan önce Akkoyunlu-Karakoyunlu çekişmesi, Timur’un Anadolu’da yaptığı katliamlar ve daha sonra devletin kötü yönetiminden dolayı ortaya çıkan Türkmen isyanları (Celali isyanları) yüzünden halkın büyük bir kısmı milli varlıklarını gizleyerek, savunulması, barınılması ve saklanılması kolay dağlık bölgelere çekilip sığınmışlar ve buralara yerleşmişlerdir. Bu kaçış maalesef ki, köy ve kasabalarda oturanları ayrı düşürmüş, aralarındaki milli birlik bağları yavaş yavaş zayıflamıştır. Bu zayıflama yeni bir didişme dönemini ortaya çıkarmıştır. Çünkü dağlık bölgelerde yaşayan bu kardeşlerimiz genellikle devlet egemenliğini ve bu egemenliğin unsurlarını kabul etmek istememişlerdir. İşte cevap budur. Eski Van milletvekillerinden İbrahim Avras 1964 yılında basılan hatıralarında “Aslında Türk olup da lisanını değiştiren bu kütleye kötü bir şey yakıştırmak, günah ve suçtur, bendeniz Şemdinan Kaymakamı iken Gerdi aşireti Reisi OĞUZ Bey’e ‘Bu ad Türk adıdır, sana nereden gelmiş?’ diye sordum. Oğuz Bey de bana ‘Bendeniz 21’nci Oğuz’um, bizdeki töreye göre, baba kendi evladına kendi babasının ismini verir ve böylece devam eder’ diye cevap verdi” demekte ve şöyle devam etmektedir “Maalesef Oğuz kabilesinden Oğuz Bey ise bir kelime Türkçe bilmiyordu, amcası Kılıç Bey ve Koç Bey kabilesinin reisi Mehmet Emin Bey de öyle idi.” İşte bunun adı Türk asimilasyonudur. Ne yazık ki, Türklerin Kürtleşmesi süreci günümüzde dahi tam gaz devam etmektedir. XIX. Yüzyıl başlarından beri hortlatılarak tekrar canlandırılmaya çalışılan “Kürtlük ideolojisi”: birtakım aşiret ve oymaklara “Kürt” oldukları propagandası yapılarak onlara Türk’ten ayrı bir ırk oldukları fikrini aşılayarak Türkiye, İran, Irak ve Suriye topraklarında bağımsız bir Kürdistan Devleti kurdurulması esasına dayanmaktadır. Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) bölgemiz için özeti de budur. Tabi ki, kurulmak istenen Kürdistan’ın emperyalist ABD, İngiltere, İsrail ve Rusya gibi devletlere hizmet edeceği, bölgede onların pis işlerini ve tetikçiliğini yapacağı çok açıktır.

Araştırmacı yazar Macit GÜRBÜZ ‘Kürtleşen Türkler’ isimli kitabında; Rusların, kurdukları Kürt enstitülerinde Türk halkını Kürtleştirmek ve bölebilmek amacıyla çalışmalar yaptıklarını, Amerikalıların 1960 yılında ABD büyükelçiliğinde bir albay başkanlığında 18 kişiden oluşan bir Kürt İşleri Bürosu kurduğunu, doğu illerimizde görev alan Amerikan barış gönüllülerinin Kürtçe bildiklerini, bu gönüllülere Paris’te Kürtçe öğretildiğini, bölge hakkında geniş bilgiler verildiğini ve 1969 yılı itibariyle 69 ilimizde toplam 232 barış gönüllüsünün bulunduğunu anlatmaktadır.1 Barış Gönüllüleri (Peace Corps) projesi, ABD’de 1961 yılında dönemin Başkanı Jonn F.Kenedy tarafından, parlamento kararı ile başlatılan bir projedir. Proje kapsamında ülkemize gelen gönüllü sayısı resmi rakamlara göre 1201’dir,2 ancak gerçek sayı hala kesin olarak bilinmemektedir. Bakın 03 Eylül 1991 tarihinde Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanan bir yazısında eski anılarını anlatan Gazeteci Yalçın Pekşen nelerden bahsediyor:

 “1964-66 yılları arasında (daha öncesi ve daha sonrasında da) bu kuş uçmaz, kervan geçmez köylerde gencecik Amerikalı kızlar bulunurdu… Serde gençlik var, ilgilenmeden edemezdik. Yiyecek almak için Varto’ya indiklerinde konuşmaya çalışırdık. ‘Barış Gönüllüleri’ deniyordu bunlara. Bir yıl boyunca Doğu Anadolu’nun en ücra köylerinde, ama mutlaka Kürt köylerinde yaşıyorlar, karşılığında ABD’deki eğitim masrafları hükümetleri tarafından karşılanıyordu. O zamanlar işin burası bizi pek ilgilendirmezdi, ama laf olsun diye sorardık:

‘- Ne yapıyorsunuz buralarda?’

‘- Bakıyoruz, insanlarla konuşuyoruz. Sonra gördüklerimizi duyduklarımızı yazıyoruz. Hükümete rapor veriyoruz.’

‘- Allah, Allah! Amerika ne yapacak ki bunları?’

Bu kadarla geçiştiriyorduk. Ne güzel kızlardı… Üstelik insanın karşısına Varto’nun bir dağ köyünde çıktıklarında, belki olduklarından da güzel görünüyorlardı. Bizi ilgilendiren de işin sadece burasıydı.

Sonrası? Doğu’daki PKK hareketinin başlangıcı bir 10 yıl sonraya rast geliyor. Acaba ‘barış gönüllülerinin’ verdikleri raporlar bu topraklara saçılan kin tohumlarına gübre mi olmuştu?”3

Artık tamamen bilinmektedir ki, bu gönüllüler, gittikleri az gelişmiş ülkelerde, halkın gelenek ve görenekleri, dili, dini ve etnik yapıları, farklılıkları, bireysel ve toplumsal refleksleri, dünya görüşleri, kuvvetli ve zayıf yönleri, kültür ve eğitim düzeyleri gibi toplumun belirleyici özelliklerini, yapılarını öğrenebilmek amacını gütmüşlerdir. Gerçekten de bunlar ülkemizde kaldıkları sürece birer ajan gibi istihbarat toplamışlar, geleneksel konukseverliğimizden yararlanarak Anadolu insanının evlerinin içine kadar rahatça girmişler, Türkiye’nin hassas taraflarını araştırmışlar, feodal, etnik ve mezhepsel yapısını, sosyal durumunu, bölgesel etnik ve inanç farklılıklarını, politik yapıyı incelemişler ve geçmişteki etnik olaylarının izlerini araştırmışlardır.4 Geç de olsa idrak etmemiz gereken esas olgu o yıllarda o bölgemizde süren bir savaş olmadığına göre, barış gönüllülerinin aslında bugün yaşadığımız (bir tür) savaşın, ya da bölücülük hareketinin başlatılmasını sağlayan savaş gönüllüleri olduğudur. İşin en ilginç yanı da, iş işten geçtikten sonra bile bu olayın iç yüzünün kısmen anlaşılabilmiş olmasıdır. Bizler ise Amerikan barış gönüllülerinin saçtığı zehri unuttuk. Bu zehre karşı panzehir üretmeyi ve kullanmayı maalesef yeterince akıl edemedik. Ne mi yaptık? Sadece zehirlenmiş kardeşlerimize düşman olduk! Birlik, beraberlik, kardeşlik ve huzurumuz için İhtiyaç duyduğumuz panzehri geliştirip kullanamadığımız için, Amerikan barış gönüllülerinin yıllar önce insanlarımız arasına yavaş yavaş ekmiş oldukları nifak tohumlarının zehirli meyvelerini son 20/30 yıldır sık sık yemek zorunda değil miyiz? Hala yemiyor muyuz?

Şimdi isterseniz esas konumuza gelelim ve “bir popülasyonun, değişen çevre koşullarına karşı vereceği tepkiden daha hızlı yayılabilmesi yeteneği ve sınırlı kaynaklar için birbirleriyle rekabet eden aynı soy dalındaki türlerden daha çok evrimsel hız veya çoğalma sağlayabilme yeteneği olarak tanımlayabileceğimiz Eşeyi Üreme”yi ve ülkemiz için tehlikeli olarak addedebileceğimiz sonuçlarını irdeleyelim. Bugün için Kürtlerin yarısından fazlası İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Adana, Antalya, Mersin, gibi, batı illerimizde yaşamaktadır. Trakya’da ve Karadeniz’de dahi Kürt nüfusu hızla artmaktadır. Öyle ki, bölücü Kürtçülerin Kürdistan dedikleri Güneydoğu’dan daha fazla sayıda Kürt, Türkiye’nin diğer bölgelerinde yaşamaktadır. Öldürülen ünlü Kürtçü gazeteci Musa Anter’in de vurguladığı gibi, “İstanbul, en büyük Kürt kentidir”. Yani illere göre dağılımlarına bakıldığında en çok Kürt’ün yaşadığı kenttir, yoksa İstanbul tamamen Kürtlerin yaşadığı veya Kürtlerin Türklerden daha çoğunlukta oldukları bir kent değildir. Türkiye İstatistik Kurumu (TUİK) verilerine göre; çocuk nüfus oranının en yüksek olduğu iller %47,8 ile Şırnak ve Şanlıurfa’dır. En yüksek çocuk nüfus oranı olan bölge %43 ile Güneydoğu Anadolu, en düşük çocuk nüfus oranı olan bölge ise %21,9 ile Batı Marmara’dır.5 Yine TUİK’in 2014 yılı bölge birimleri sınıflamasına göre doğurganlık hızı; Türkiye genelinde aile başına ortalama 2,17 çocuk iken, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimizde ortalama 4 çocuktur. Özellikle bölücü Kürtçülük ideolojisi güden ailelerde bu ortalamanın aile başına 5 çocuktan aşağı olmadığı değerlendirilmektedir.

Görüldüğü üzere Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerimizdeki nüfus artışı diğer bölgelere göre açık ara öndedir. Peki, ama Türkiye’de yaşayan ve kendisini Kürt hisseden vatandaşlarımızın gerçek sayısı nedir? Dahası, ülkemizdeki bölücü Kürtçülerin sayısal varlıkları ve demografik güçleri nedir? Bu konuda çeşitli kesimler tarafından çeşitli rakamlar verilmektedir. Ancak, demokratik ve laik bir devlet olan Türkiye’de nüfus sayımları etnik köken, mezhep veya dini inançlar üzerinden yapılmadığından, ülkemizde yaşamakta olan ve kendisini Kürt hisseden vatandaşlarımızın gerçek sayısını bilmek pek mümkün değildir. Bu nedenle verilen rakamların tamamı yaklaşık rakamlardır. Yalnız özellikle şunu da belirtmek gerekir ki, Türkiye’deki Kürt nüfusun ne kadar olduğu konusunda Amerika, İngiltere ve Rusya gibi devletler bizlerden çok daha meraklı ve ilgilidirler. CIA verilerinin Türkiye’deki Kürt nüfusunu biraz abartılı olarak verdiğini düşünsek bile bugün için Türkiye’de 9 ila 14 milyon arasında Kürt’ün yaşamakta olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu noktada, konu hakkında daha doğru değerlendirmeler yapabilmek için sorgulamamız gereken şey ise, Kürt nüfusundaki bu sıra dışı artış bilinçli, planlı ve programlı bir hareket midir? Yoksa nüfus planlamasından bihaber yaşayan, cahil ve yoksul bir halkın çaresizliğinin bir sonucu mudur?

Şimdi de bunlara bir cevap bulmaya çalışalım. “A.Öcalan’ın İmralı Tutanaklarından çıkarılan konuşmalarında ‘2030’da Kürt nüfusu Türk nüfusunu geçecek. O zaman her şey kendiliğinden hallolacak’ dediği, Tutanakların açıklanmayan bu bölümünü ele geçiren Prof.Dr. Özcan Yeniçeri tarafından açıklanmıştır. Nitekim Abdullah Öcalan 1989’da şöyle demektedir: ‘Kürt nüfusu ikiye katlanırken Türkler yerinde sayıyor ve önümüzdeki 2000’li yıllara doğru Kürt nüfusunun Türk nüfusunu aşması işten bile değil.’ The Economist dergisine açıklama yapan Diyarbakır ili Sarıdal Köyü Muhtarı iki eşli 13 çocuklu Abdülkadir Sümer ‘görevim, Kürt nüfusunu artırmaktır’ demiştir. Diğer yandan, Öcalan’ın ‘ya silaha ya da karına sarıl’ şeklinde ifade ettiği Türkiye’yi işgal edilecek bir coğrafya olarak gören ve demografik savaş açan bu açıklamasını sadece PKK ile sınırlı görmek de yanlıştır. 2011’de Türkiye’yi ziyaret eden Kuzey Iraklı resmi bir grup Ankara’da bir düşünce kuruluşunda yaptığı toplantıda ‘Eskiden Mersin üzerinde denize açılan bir Kürdistan istiyorduk artık vazgeçtik. Çünkü siz Türkler Anadolu’yu 1000 senede Türkleştirdiniz, Biz 100 senede Kürtleştirebiliriz’ açıklaması demografik savaş anlayışının Barzani çizgisinde de hâkim olduğunu göstermektedir.

Devletin organize ettiği hiçbir doğum kontrol projesi, maalesef ki, Doğu ve Güneydoğu bölgelerimizde başarılı olamamıştır. Zaten son yıllarda uygulanmakta olan bir doğum kontrol projesi de yoktur. Hadi biz ortalamayı alalım ve Türkiye’de 12 milyon Kürt olduğunu farz edelim ve yine bu 12 milyonun beşte birinin bölücü Kürtçülerden oluştuğunu farz edelim (ki aile başına nüfus artışının en yüksek olduğu kesimin bölücü Kürtçü kesim olduğu değerlendirilmektedir). Bu gerçekliği aşağıda verdiğimiz Eşeyli Üreme Öngörü Tablosuna uyarladığımızda bırakın 4’üncü nesli, 2’nci ve 3’üncü nesilde dahi sonucun ne olacağını varın siz hesaplayın. Dünyada “çok üreyenlerin çok zayi olduğu” tezinden hareket edilerek aile başına ortalama beş çocuk olarak gerçekleşmesi öngörülen üremenin önemli bir bölümünün çeşitli nedenlerle zayi olabileceğini düşünsek bile sonuç vahimdir!

Tablodan da görüleceği üzere durum ciddidir. Ancak Türkiye, bir Demirperde ülkesi ya da diktatörlükle idare edilen, hak ve özgürlüklerin kısıtlandığı bir ülke değildir. Tabi ki ailelerin çocuk yapma ve çocuk sayısını kendi tercihlerine göre belirleme özgürlükleri vardır.

Diyelim ki, mevcut nüfus dengesi korunamadı ve belli bir süre sonra Türk nüfusu ile bölücü Kürt nüfusu eşit hale geldi. Peki, o zaman ne olacaktır? Öcalan’ın dediği gibi her şey kendiliğinden hallolmuş mu olacaktır? Yoksa her iki halk için de çok daha sorunlu ve çok daha kanlı bir sürecin başlangıcı mı olacaktır? Bu durumda, nüfus ve güç dengesini eline geçiren Kürt nüfus ile Türk nüfus arasında ülke genelindeki her türlü kaynak ve gücün ele geçirilmesine veya elde bulundurulmasına yönelik önce bir yarışmanın, sonra bir çekişmenin ve hemen ardından da çok kanlı olarak tabir edebileceğimiz büyük bir çatışmanın yaşanmasının kaçınılmaz olacağı kuvvetle öngörülmektedir. Böyle bir öngörüde bulunabilmek için kâhin olmaya da gerek yoktur. Bu çatışma şüphesiz ki, hem Türkler hem de Kürtler için çok ağır sonuçlar doğuracaktır. Yani her iki kesimin de kaybeden tarafta olması kesin gibidir.

Bütün kalbimizle iman ettik ki, Türk ve Kürt aynı ulu ağacın dallarıdır ve yüce Allah dünyanın her yerinde Alman ile Türk’ü, İngiliz ile Türk’ü veya başka bir millet ile Türk’ü değil, her zaman Türk ile Kürdü bir arada bulundurmak suretiyle aslında kıyamete kadar bir arada ve kardeşçe yaşamalarını istemiştir. Bu kardeşliği kim bozarsa, akacak kanların ve uçacak masum canların ağır vebalini de yüklenmiş olacaktır. Göz olanı beyin de olacağı görür, onun için gelecekte olabilecek kuvvetle muhtemel olayları açıkça ve iyi niyetle ortaya koymaktan ve irdelemekten çekinmemek gerekmektedir. Vakıa odur ki, Kürtler bugünkü nüfus artış hızlarıyla üremeye devam ederlerse, günü gelecek ve sayı bakımından Türklerden daha çok olacaklardır. İşte bu noktaya gelinmesinden itibaren de Türkiye’de, Türklerin aleyhine çok köklü ve radikal değişimlerin gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Birçok rövanşist uygulamanın hayata geçirilmesi ihtimalinden tutun da, çoğunluğun Kürtlerin eline geçtiği bir Türkiye’de; Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yapılacak bir veya birkaç oylama ile ay yıldızlı al bayrağın yerine ortası güneşli veya kızıl yıldızlı ve sarı, yeşil ve kırmızı renkli Kürt bayrağının getirilmesi, TBMM adının Kürdistan Büyük Millet Meclisi olarak değiştirilmesi ve daha da ilerisi Türkiye adının dahi Kürdistan olarak değiştirilmesi mümkündür. Fakat işin enteresan tarafı, yapılacak bu tür radikal değişimlerin, karşı taraf olan Türkler tarafından kabullenilmesi ve bu kararlara uyulması mümkün değildir. Zira tarihte defalarca örnekleri görüldüğü üzere; karakter yapısı olarak dünyanın en savaşçı ve en özgürlükçü milleti olma özelliğine sahip olan Türkler, sayıca çok az olsalar dahi mücadeleyi asla bırakmamışlar ve sayıca kendilerinden çok üstün olan düşmanlarına karşı galip gelmeyi ve o topraklarda yeniden egemen olmayı her devirde başarabilmişlerdir. Tarih boyunca Türk karakter yapısını merak edenler “Türk’ün Karakterinin Deşifresi” adlı kitabımı inceleyerek bu konuda çok detaylı bilgilere ulaşabilirler. Tarihin hiçbir devrinde esaret altında yaşamamış tek millet olan Türk milletinin en az bin yıllık yurdu Anadolu’dan kolayca vazgeçeceğini ve başka bir etnik unsurun tahakkümü altına girebileceğini düşünmek tam bir saflık olur. Onun için Türk milleti şartlar ne olursa olsun Anadolu’dan asla vazgeçmeyecek ve kaybetmek üzere olduğu emaneti ve yönetim erkini her ne pahasına olursa olsun mutlaka geri alacaktır. Daha önce de sözünü ettiğimiz üzere böyle bir durumda hem Türkler hem de Kürtler çok büyük kayıplara uğrayacaklardır. Fakat en sonunda gerçek kaybedenin Kürtler olacağı gerçeği, geçmişten bu yana tarihin de ayna tuttuğu kaçınılmaz bir sondur. Nüfus artışı yolu ile Anadolu’yu Kürt yurduna veya Kürt Devleti’ne dönüştürmek isteyenlere, tarihte kurulmuş tek Kürt Devleti olan “Kürt Mahabad Cumhuriyeti”ni ve hazin sonunu hatırlatmak zorundayız. Çünkü bu devletin ömrü sadece 11 ay sürmüştür. 11 ayın ardından bu devlet aynı kurulduğu yerde, yani Çarçıra Meydanı’nda, kurucularının hepsinin ipe çekilmesi ile son bulmuştur. Anadolu’da kurulması muhtemel Kürt Devleti’ni de; zamanında İran’da Rusların ve İngilizlerin etki ve yardımlarıyla kurulmuş tek Kürt Devleti olan Kürt Mahabad Cumhuriyeti’nin sonu ne ise ne yazık ki, o sona benzer bir son bekliyor olacaktır. Çünkü büyük devletlerin dostlukları değil çıkarları vardır ve çıkarlarının bittiği gün yüz üstü bırakmayacakları hiçbir halk yoktur.

Yani konu ve soru “Kürtlerle birlikte yaşam mümkün olmaz da, ayrı bir devlet kurarak ya da başka bir yolla Türklerden ve Türkiye’den ayrılırlarsa ne olacak?” olunca, burada halkımıza şunların anlatılması çok faydalı olacaktır; “şimdi Türkiye’yi havada uçan bir uçağa benzetirsek, Kürtler bu Türkiye uçağını uçuran ana motorlardan bir tanesidir. Ama bu motor, sürekli olarak tespit vidaları gevşetilmek suretiyle, birileri tarafından uçaktan ayrılmak istenmektedir. Öyle ya da böyle, uçağımızın Kürt adı verilen motoru bir gün uçaktan ayrılırsa sonuç ne olacaktır? Ben size söyleyeyim; ayrılan motor ya yere çakılıp parçalanacak ve yok olup gidecektir, ya da hadi o birileri motoru havada yakaladı ve yok olmasını önledi, o zaman da bu motorun kaderi başka bir uçağa veya uçaklara yedek parça olmaktan başka bir şey olmayacaktır. Peki, motorlarından birini kaybeden Türkiye uçağının akıbeti ne olacaktır? Onu da söyleyeyim; uçağımız elbette hızından ve gücünden bir şeyler kaybedecektir. Ama uçmaya ve yolcularını taşımaya devam edecektir. Bu uçak asla başka uçaklara yedek parça olmayacaktır. Unutulmamalıdır ki, o uçağın sahipleri kısa sürede düşen motorun yerini dolduracak yeni güç dinamiklerini geliştirmeye muktedir, yetenekli, teşkilatçı ve tecrübeli havacılardır.

Başka bir örnek daha vermek gerekirse, Türkiye adında bir insan vücudunu düşünelim. Kürt kardeşlerimizle o kadar iç içe girmişiz ve bu kardeşlerimiz bizim için o kadar önemlidirler ki, Türkiye vücudunun damarlarında dolaşan kanın küçümsenmeyecek bir bölümünü oluşturmaktadırlar. Yalnız bu kan; çeşitli yöntemlerle ve yetkisiz kişilerce, sürekli olarak vücutta yaralar açılarak veya kesikler oluşturularak dışarıya çıkartılmak istenmektedir. Türkiye kişisi de kanını vermeye istekli değildir. Bu yüzden rahat durmamakta ve engel olmaya çalışmaktadır. Nasıl olursa olsun o kan bu vücudun damarlarından çıkartılırken, ya yerlere dökülüp heba olacak ya da başka bir vücuda enjekte edilecektir. Hatta başka vücuda veya vücutlara enjekte edilirken kan grubu testi yapılmasına dahi gerek görülmeyecektir. Artık sonunu siz düşünün… Peki, Türkiye kişisi ne olacaktır? Damarlarındaki kanın önemli bir kısmını kaybeden (dikkat ediniz vücudunun bir bölümünü değil) Türkiye kişisinin; önce başı dönecek, belki gözleri kararacak, biraz sersemleyecek ve bir süre kendini yorgun hissedecektir. Herkes bilir dışarıya kan veren bir vücut kısa sürede verdiği kandan daha fazlasını, daha tazesini ve daha sağlıklısını üretebilmektedir. Yani o vücut kısa zamanda eskisinden daha sağlıklı ve daha güçlü hale gelebilecektir. Sakın yanlış anlaşılmasın bu örnekten kastımız veya isteğimiz aman ayrılalım daha iyi olur düşüncesi değildir.”

 

Burada son bir şeyi daha açıkça ortaya koymak gerekir ki, Türk milletinin aşırı üreme yolu ile çoğalmasından rahatsız olduğu kesim vatanına, milletine ve devletine bağlı olan Kürt kardeşlerimiz değil, ırkçı ve bölücü Kürtlerdir. Binlerce yıl dünyanın her yerindeki coğrafyalarda berberce yaşadığımız Kürt kardeşlerimiz hiç şüphe yok ki, zaten Türk milleti dairesi içerisindedirler ve bu daire içerisinde kendi kültürlerini, örflerini. Adetlerini, inanç ve hissiyatlarını koruyarak özgürce yaşayabilmektedirler. Bu durum önümüzdeki dönemlerde de aynen böyle devam edecektir. Çünkü Türk milleti binlerce yıldır içerisinde neredeyse 72 milleti barındırabilmiş bir millettir. Dolayısıyla ne Kürtler ne de başka bir halk Türkleri faşizanlıkla suçlayamaz. Şunu da önemle vurgulamak gerekir ki, Türkiye’deki Kürt toplumu kendi içinden ırkçı ve bölücü zihniyete sahip Kürtçüleri çıkarmaya devam ettiği sürece her iki toplum da birbirinden uzaklaşmaya ve bu oran yükseldikçe kopmaya devam edecektir. Bakın TBMM’nin ilk dönem milletvekillerinden (mebus) olan Diyap Ağa, 3 Kasım 1922 tarihinde Meclis’te yaptığı konuşmasında neler söylemiştir: “Efendiler, kusura bakmayınız, ben ihtiyarım. Hepimiz biliyor ve söylüyoruz ki; dinimiz ve diyanetimiz, aslımız, neslimiz hep birdir. Ama düşmanlar bizi birbirimize saldırtmak için tuzaklar yapıyorlar. Sen şöyle, ben böyleyim diye. Ne yaparlarsa nafile, biz hep kardeşiz” diyen Diyap Ağa devam ediyor, “Bir kere de Lozan Konferansı sırasında kürsüye çıktım. Aha bizim memleket ahalisi Kürt’müş, orada bir Kürt Hükümeti kuracaklarmış, bunu duyunca kızdım kürsüye çıkıverdim. Gene sustular: ‘Lâilaheillâllah Muhammedürresulâllah’ dedim. ‘Gerek Şafiî, gerek Hambelî, gerek Hanefî hepimizin kıblesi birdir. Meclisimiz, kulübümüz, dinimiz, milletimiz birdir. Biz Kürt değil, biz Türk’üz. Hepiniz Lâilaheillallah demişsiniz. Şimdiden sonra mı, ayrı bir din, ayrı bir millet olacağız.’ dedim.” İşte o Diyap Ağa, dünün ve bugünün Türkiye Cumhuriyeti karşıtı “ayrılıkçı Kürtçülerine” ders verircesine, kendisini Türk milletinin bir ferdi olarak gören ve göğsünü gere gere “Biz Türk’üz” diyebilen bir vatan evladıdır. İşte Kürdüyle ve Türküyle bizim Diyap Ağa gibi milletvekillerine ve devlet adamlarına ihtiyacımız vardır. Askerimize ve polisimize tokat atanlara ve taş fırlatanlara değil.

Kendini Kürt hisseden kardeşlerimiz eğer ileride sıkıntı duymak istemiyorlarsa, kendi içlerinden doğmakta olan ve doğumuyla birlikte her iki kesime de büyük zararlar veren ırkçı, ayrılıkçı ve bölücü akımların içlerinden çıkmasına müsaade etmemelidirler. Bunun için alınması gereken tedbirleri acilen almalı ve çocuklarını yıkıcı ve bölücü düşünce ve akımlardan titizlikle uzak tutarak çok iyi yetiştirmelidirler. İçinde yaşadıkları ve bir parçası oldukları Türk milletine, kendilerine karşı mücadele etmekten başka çıkar bir yol bırakmayacak şekilde, bilinçli ve süratli bir tarzda çoğalarak hareket eden bölücü Kürtler, akıllarını başlarına almalıdırlar. Önlerinde duran Türklerle çarpışarak dağılmak, zayıflamak ve yok olmak seçenekleri yerine, gücünü ve kaderini yüce Allah’ın ezelden beri birbirine bağladığı büyük Türk milleti ile birlik ve beraberlik içinde yaşayıp, önce bölgesel ve daha sonra da küresel güç olma fırsatını kendi ayakları ile tepmemelidirler.

Eğri oturup doğru konuşmak gerekirse bölücü ve faşizan Kürtler Türkiye’yi asimile etmiyorlar, aslında istila ediyorlar. Eğer Türkiye bu eşeyli üreme sorununu çözemez ise, yakın gelecekte başına geçirilecek olan yüzyılın çuvalı ile karşı karşıya olacaktır!

Bu haber 1050 kez okundu.
Hasip Sarıgöz - 1:55 am A A
BENZER HABERLER

YORUM BIRAK

YORUMLAR

Hiç yorum yapılmamış.