AMERİKALILARLA İLK TEMAS

KONUK YAZAR - Eylül 7, 2018 2:00 am A A

AMERİKALILARLA İLK TEMAS!

Amerikalılarla ilk temasımız, Genel Müdürlük Kriminal Laboratuvarda, Bomba Uzmanları gurubuna bakarken ‘Köpek eğitimine’ gidecek 6 Bomba Uzmanının tespit edilip, Amerika’ya gönderilmesi ile başlamıştı.

Köpeklerin ‘koku alma duyusu eşiğinin’ çok geniş olduğunu, patlayıcı maddeleri kokusundan bulabildiğini biliyor, duyuyorduk ama eğitiminin nasıl verildiğini bilmiyorduk. Büyük eksikliğini hissettiğimiz hususlardan biri buydu. Bir diğeri de, mühendislik hesaplarıyla, yönlendirilmiş patlayıcılar kullanılarak ‘bina yıkma, çökertme’ çalışmalarıydı. Hani, bazen televizyonlarda seyrettiğimiz, patlatma yapılarak, kendi üzerine çöken binalar…

Diğer hususlarda Allah’ın izniyle, dünya devletlerine nal toplatır duruma gelmiştik…

KÖPEKLERLE ARANIZ NASIL?

Adamların tek şartı vardı; Amerika’ya göndereceğimiz uzmanlar, ‘köpek sever, yani köpek dostu’ olacaklardı…

O kadar!..

Masraflar, köpekler de dâhil, tümü Amerika tarafından karşılanıyordu!..

Uzmanları, kabiliyetleri yönünden iyi kötü tanıyorduk da, kim köpeklere değer verir, kim tekme atar, kim korkusundan arkasına bakmadan kaçar, bilmemizin imkânı yoktu…

“Amerika’da 6 aylık bir kurs var, Bomba Uzmanı köpeği eğitimi alıp geleceksiniz” desek, hepsi ‘bir numaralı köpek sever’ olup çıkarlardı… Garanti!..

Gerçekten, köpeklere çocukları kadar değer verenleri bulmamız gerekiyordu.

“Göndereceğiniz uzmanlar; köpekleri, canı gibi seven birileri olmazsa, kesinlikle başarısız olur ve köpeksiz olarak geri dönerler,” demişlerdi.

Vakit de yoktu. 2 gün içerisinde isimlerin bildirilmesi isteniyordu.

İletişim şimdiki gibi kolay değildi… 67 ildeki tüm uzmanlarla görüşülmesi ve hayvanlara karşı bakışları öğrenilmeliydi…

(0 konuyu nasıl hallettiğimizi ileride anlatırım.)

Bu vesileyle Amerikan Büyükelçiliğindeki adamlarla tanıştık. Tanışıklığımızı artırmaya başladık.

Amerikalılarla, İsraillilerin bir huyu vardır; sık sık personellerini teröre karşı hazırlıklı olmaları açısından test ederler… Bu konuda hiç taviz vermezler!..

Bizden bir ricada bulundular; ABD’nin Ankara Büyük Elçiliğinde ki bazı yerlerin (Bizim istediğimiz gibi) ‘ses kapsülleriyle’ tuzaklanıp, personellerinin duyarlılıklarının kontrolden geçirilmesine yardımcı olmamızı istediler. Genel Müdürlükçe de uygun görüldü, Konuyla ilgili olarak büyükelçilikte çalışmalar yaptık.

BİZİM NEYİMİZ EKSİK?

Temaslarımız sıklaştı. Sohbetler etmeye başladık. Bir gün konuşmalarımız sırasında, söyledikleri bir şey dikkatimi çekti.

“Biz, Amerika’yla dost ve müttefik olan ülkelerin bomba uzmanlarının yetişmesi ve tekâmülü için kurslar düzenliyoruz.”

Her sene 4 dönem yapıyorlarmış. Bütün masraflarını da kendileri karşılıyorlarmış, Kurs süresi 2 aymış, her kurs 20 kişilikmiş…

“Eee!,”dedim, “Biz de sizinle dost ve NATO’dan müttefikiniz olan bir ülkeyiz. Biz niye istifade etmiyoruz? Hani bize niye yok?”

Bizim uzmanlarımız genel olarak maddi durumu yetersiz olan insanlardan oluşurdu. O zamanlar, şimdiki gibi tazminat imkânları da ‘yok denecek kadar’ azdı. ‘Kefen parası’ diye tabir edilen, az bir ek maaş ilavesi alırlardı. O para alınasıya kadar bile yıllarca uğraşmıştık…

Amerikalılar;

“Sizin bizden alacağınız bir bilgi yok ki, sizin uzmanlarınız hem teori hem de tecrübe olarak bizlerden çok ileri. Biz de, bombalı terör olayları sizde ki kadar çok olmadığı için fazla bir sıkıntı duymuyoruz!” demişlerdi.

İnsanlar aynı işlerle ne kadar çok haşır neşir olurlarsa, o kadar uzmanlıkta ileri giderler.

Dünya üzerinde o zamanlar, belki de en fazla bombalı olaylarla uğraşan ülke bizdik!.. O yüzden olacak iyi pişmiştik…

Hani tekerleme gibi bir söz vardır; ‘Çok gezen mi bilir, çok okuyan mı?’ diye… Almanya ve Fransa’ya gidişlerim dünyaya bakış açıma değerler katmıştı. Bizim uzmanlarımızın da devletimize hiç yük olmadan, Amerika’yı görmeleri; hem moral, hem de maddi açıdan iyi olacaktı. İki sene içinde Amerika’yı görmeyen uzmanımız kalmazdı. Farklı kültürler insanın gözünü ‘Dana Gözü’ gibi açıyordu.

Hayat tecrübem, bomba uzmanlarının çok entelektüel olması gerektiğini keşfetmişti. Bunu halletmemiz lazımdı. Kebap gibi bir iş yakalamıştık!

Sonuçta konuşa konuşa bu işi başardık.

İlk grubu gönderdik. Gidip geldiler, herkes memnundu ve kendilerine güvenleri çok artmıştı.

İkinci grupla birlikte ben de gittim…

Üçüncü grup ve sonrası ise, maalesef faili meçhul kaldı… Biz Türklere has, ‘Kıskançlık ve çekememezlik’ özelliğinin tipik bir örneği burada da ortaya çıktığından, tamamen bizden kaynaklanan durumlardan dolayı bu yol kapandı…

Şark görevine gitmiş olduğumdan, yalnızca üzülerek seyretmek zorunda kaldım!..

Amerika’ya uzmanların gidişinin önünü tıkayan zihniyet şuydu: “Ben gittim, merkezdekilerin de hepsi gitti geldi. Zaten oradan uzman olarak öğreneceğimiz bir şey de yok! Neden Amerikalılarla bu iş için uğraşıp yorulalım ki!..”

LİSTEDEN 5 KİŞİ DEĞİŞMİŞ!

Bomba uzmanlarını devre arkadaşım YK ile birlikte yönetiyorduk. Benden 3 ay sonra guruba katılmıştı.

Benim kafam düz çalışır, onun kafası ise ‘cin’ gibidir…

Genel Müdürlük ‘de, Personel Daire Başkanlığına, Amerika’ya göndereceğimiz ilk 20 kişinin, onay listesini göndermiştik.

Liste onaylanıp, geri geldi. Bizim gönderdiğimiz listeden, beş kişinin adı çıkarılmış, yerine 5 başka bomba uzmanımızın ismi girmişti.

Önceleri çok kızdık, bomba uzmanlarına bizden başkalarının müdahale etmesi iyi bir yol değildi. Personel Daire Başkanlığında bu işlere, sınıf arkadaşlarımdan biri bakıyordu. Okulda birbirimizi seven, güvenen, aynı şekilde dünyaya bakan, iki devreydik. Ona bunun sebebini sorduğumda,

“Makamın inisiyatifi” dedi.

“Gerek yoktu böyle bir değişiklik yapmanıza!.. Zaten 2 sene içinde tüm uzmanlar gidip gelecekler,” dedim.

Tartışmanın bir yararı yoktu. Onaylar çıkmıştı. Uzatmaya da gerek duymadım.

ABD tarafından alınan (ABD iç hatları da dâhil) Uçak biletlerini bizzat ben teslim aldım ve gidecek olanlara da bizzat ben teslim ettim. Amerika’ya gidip geldiler…

2500’er DOLAR’I İYİ ETMİŞLER!

Bir gün dairede çalışıyoruz, birlikte yönettiğimiz devrem YK,

“listeyi değiştirtip, Amerika’ya gidip gelen 5 kişinin yaptığını gördün mü?” diye sordu.

Hiçbir bilgim yoktu, aslında o mevzuyu unutmuştum bile…

“Ne olmuş? Bir şey mi var?” diye sordum.

“Listeyi değiştirtip, kendi ismini yazdıran 5 kişinin özelliği neydi, bir düşün bakalım? “ dedi.

Kısaca gözümün önüne getirdim ama aklıma bir şey gelmedi. Beşi de uzmandı. Ama bizim sıralamamıza göre daha sonraki gruplarda gitmeliydiler. İşi yapamayacak kadar beceriksiz olanları zaten bir şekilde uzmanlıktan çıkartıyorduk.

“Listeden çıkanlara göre biraz daha hassasiyetleri az olabilir, Başka bir şey aklıma gelmiyor,” diyebildim.

“Ee, başka?” diye sordu.

Devrem kardeşim gibiydi. Çok sever ve güvenirdim.

“Benim kafa bu kadar çalışıyor, söyleyeceksen söyle, uzatıp da insanı çatlatma!” dedim.

“Bunlar listeye (Dindar insanlar da bu işten faydalanmalı) diyerek girmedi mi? Girdi. Yani Müslümanlığı koz olarak kullandılar… İyi, güzel de… Bunların gidiş geliş uçak biletlerini Büyük Elçilik alıp sana, sen de onlara vermedin mi?” dedi.

“Evet, ben teslim aldım ve Amerika içinde uçacakları biletler de dâhil, hepsine ben verdim,” dedim.

O zamana kadar duymadığım bir şeyi duymuştum. Bizim uzmanları eğitime alırken veya çağırırken hiç bir zaman ‘namaz kılıp kılmadığı’, ‘dindarlığı’, aklımızın ucuna dahi gelmezdi. Kılıyorsa kendine kılıyordu, hiç kimseyi enterese etmez diye düşünür, uygulardık. Ancak, ne yalan söyleyeyim, ne zaman namaz kılan bir polis görsem, ona karşı kanım ısınırdı. Yetişme tarzımın üzerimde bıraktığı bu etkiyi silmek imkânsızdı. Yalnız, görevimi yaparken bu etkinin hiç bir zaman esiri olmamak için gayret göstermişimdir.

“Bunlar, Bütçe ve Mali işlerden, sanki uçak biletlerini kendileri satın almış gibi, beyanda bulunup, bilet paralarını almışlar. Ne ayaksa bu beş’inden başka da böyle yapan yok!” dedi.

İnanılması imkânsız şeyler duyuyordum. Mümkün değildi böyle bir şey yapabilmeleri. Zaten listeyi deldirip araya kendi isimlerini koydurmuşlardı. Bunun üzerine bir de böyle bir davranış yapacaklar ha!…

“Hiç imkânsız devrem! Birileri seni gazlamış. Hadi diyelim ki bunlar bir cemaat mensubu, buna doğru diyelim. Hiç Müslüman adam, hakkı olmayan parayı alır mı?” Diyebildim.

O zamanlar da yine Fetullah Gülen cemaatinin teşkilatımız üzerinde etkili olduğu yıllardı. Abdulkadir Aksu yanılmıyorsam İçişleri Bakanımız idi…

“Bütçe Mali işlerde Komiser muavini Süleyman var. Ona sor bakalım o zaman!” dedi.

SUYUM KAYNAMAYA BAŞLIYOR

Ava giden avcılar yanlarında ‘tazı’ cinsi köpekler bulundururlar. Tazılar avı gördü mü kulakları ve kuyruğunu diker, apart vaziyete geçerler. Ben de, büyük bir ihtimalle yetişme tarzımdan olacak, bazı konulara gereğinden çok fazla hassasiyet duyarım. Yolsuzluğun her çeşidi beni deli eder. Elimde değil, gücümün yettiği kadar yüklenirim. Ama, saldırma sınırımı da iyi-kötü bilirim.

Masa üzerindeki telefona sarıldım, hemen Bütçe ve Mali İşleri çevirdim. Araya araya Komiser Muavini Süleyman’ı buldum. Kendimi tanıttıktan sonra ona;

“Kardeşim, 20 Bomba uzmanını 2 aylığına Amerika’ya gönderdik. Gidip geldiler. Bunların tüm uçak biletleri, Elçilik tarafından alındı. Bizzat biletlerini de bunlara ben teslim ettim. Bunlardan hiç biri uçak bileti için para harcamadı. Şimdi bir dedikodu duydum; Bunlardan bazıları, sanki uçak biletlerini kendileri almış gibi, sizden harcırahlarına binaen, bilet paralarını tahsil etmişler. Bunun gerçeklik payı var mı?” diye sordum.

“Başkomiserim, bizde beyan esastır. Onayları varsa, biletlerini de bize getirmişse, bizim için yeterlidir. Ödemesini yaparız.” dedi.

Çocuğun konuşma tarzı çok soğukkanlıydı. Sanki normal bir işlemi gerçekleştirmiş gibi bir havası vardı. Yanlışlık veya haksızlık yapıldığına dair bir telaş emaresi göstermemişti.

Böyle bir cevabı aslında pek beklemiyordum. Hem şaşırdım, hem de sinirlendim.

“Sen, benim ne dediğimi anlamadın galiba! Bunlar, uçaklar için bilet parası falan ödemediler. Biletler elçilikten geldi. Ödemedikleri biletin parasını alabilirler mi?”

Süleyman, hayret edilecek derecede soğukkanlıydı,

“Bizde beyan esastır. Onayla birlikte, bileti de getirene ödeme yaparız. Bunda bir yanlışlık yok!” dedi.

Formalite açısından bir yanlışlık olmayabilirdi ama göz göre göre yolsuzluk vardı. Çocuğun da umurunda değil gibiydi. Buna laf anlatmak, deveye hendek atlatmaktan daha zordu.

Telefonu kapadım, bu sefer de müdürlüklerine vekâleten bakan (şimdi rütbesini hatırlayamadığım) birini aradım. Adamcağız anlayışlıydı ama derde çare bulacak cinsten değildi…

“Başkomiserim, benim anladığım konular değil, geçici olarak bakıyorum. Komiser Muavini Süleyman’la görüşürseniz iyi olur,” gibi bir şeyler söyledi.

Telefonu kapattım.

İyice sinir oldum. Asılı duran ciğeri gören, ama açlıktan kıvrandığı halde ona ulaşamayan kediler gibiydim. Ham yapmam lazımdı!..

Böyle bir şeyi görmemezlikten gelmek, üzerine yatmak, yaptıklarını yanlarına kar bırakmak hiç benim işim olamazdı…

Durumdan ve olan bitenden, şube müdürlüğümüze bakan müdürümüzü haberdar ettik. Bu arada aklıma, bunların bilet paraları için kaç lira aldıkları takıldı. Süleyman’a telefon açıp sordum;

“Kardeşim bana kaç kişinin uçak bileti parasını aldığını ve kaçar lira aldıklarını söyler misin?” diye sordum.

“Başkomiserim sorduğunuz hususlar, özel duruma girer, söyleyemem,” dedi.

Süleyman da sanki onlara destek verir gibiydi. Bana hiç yardımcı olmuyordu. Bu yoldan ilerlemenin imkânı görünmüyordu. Bunları listeye dâhil eden Personel Daire Başkanlığındaki devre arkadaşım Mustafa Sağlam’ı aradım.

“Sizin listeye soktuğunuz 5 kişinin ne haltlar karıştırdığını duydunuz mu?” diye sordum.

Onun da en azından yanlış yaptıklarını kabul eden, üzüntüsünü belirten bir şeyler söylemesini beklerken,

“Müslümanlarla uğraşma devrem, senin için daha hayırlı olur,” dedi.

Bir an dondum kaldım. Şok oldum!

Kendimi toparlamam epey zor oldu. Bu ne diyordu, ne demek istiyordu?

“Ne demek istiyorsun devrem? Yani biz şimdi gâvur mu oluyoruz? Ben yapılan bir namussuzluktan bahsediyorum sen Müslümanlarla uğraşmaktan… Namaz kılıyor diye hırsızlık yapmasına göz mü yumacağız? Ne biçim düşünüyorsun böyle?” diyebildim.

“Ben sana Müslümanlarla uğraşma diyorum, o kadar!” dedi.

Benim kafa kısa devre yapmaya doğru yaklaşıyordu…

Ağzıma o anda gelen şeyleri söyledim. Telefonu kapattım. Birbirimize küstük…

Azgın boğalar gibi aklıma gelen her yere saldırmaya başladım.

ARKANDA DURAMAM!

İkindiye doğruydu, Başkanımızın özel kalemi aradı, Başkanım sizi bekliyor,” dedi. Hemen gittim. Benim için (o zamanlar, fikirlerimiz ayrı da olsa) çok değerli bir insandı.

“Verdiğin mücadeleye saygı duyuyorum, doğru yapıyorsun. Ancak bu konuda netice alabilmen imkânsız. Başın sıkıştığında, ki mutlaka sıkışacak, benim sana yardımım, istesem de olamaz. Eğer kendi gücünle netice alacağına güveniyorsan devam et. Sakın benim yardımcı olmamı bekleme. Sana o kadar söylüyorum.” dedi.

Hani yelkenleri indirmek diye bir deyim vardır ya, aynen öyle oldum. Benim kendimden başka güvenebileceğim sadece Allah’ım vardı.

İçlerinde, Kolejdeyken, kaldığım için cemaatin havasını bildiğimden, eğer arkanda devlet yoksa bunlarla baş etmenin imkânı yoktu. Üstelik insana çok çirkin iftiralar atmaktan da çekinmezlerdi.

BİZ DEVLETTEN ZENGİN MİYİZ?

Hemen frene bastım. Hırsızı cezalandıracağım derken kendimizi feda etmenin hiç bir mantığı yoktu…

Ama yapılan namussuzluk da benim yiyip yutacağım bir şey değildi. Bu pisliği yapanlar da ‘huzur’ içinde olmamalıydı. Aklıma bir hınzırlık geldi. Listeyi delip girenlerden 2 tanesi Elazığ ilinde görev yapıyordu. Biri Komiser yardımcısı, diğeri memurdu.

Telefonla bağlantı kurdum.

“Mehmet kardeşim, hani siz Amerika’ya kursa gidip geldiniz ya?

“Evet, Başkomiserim!”

“Bayağı faydalı olmuştur, değil mi?”

“Tabii ki başkomiserim.”

“Bir daha olsa yine gitmenizde bir mahsur var mı?”

“Seve seve gideriz efendim ne demek?”

“Yalnız döndükten sonra biraz hata yapmışsınız.”

“Ne gibi başkomiserim?”

“Harcırahınızı Bütçe Mali işler hazırlarken, yanlışlıkla size uçak bileti parasını da ödemişler galiba.”

“Biz de şaşırdık başkomiserim.”

“Bilet parası olarak ne ödemişlerdi size?”

“…. Lira kadar. 2500 doların karşılığı…”

“O parayı geri iade edeceksiniz herhalde! değil mi?”

“Yok başkomiserim, Bizim hakkımız olan bir para. Verdik bileti aldık parayı.”

“İyi de, o biletleri parayla almadınız ki, size ben teslim ettim!”

“Olsun bizim hakkımızmış. Hakkımız olan parayı neden iade edelim ki? Biz devletten zengin miyiz?”

“Benden size tavsiye; siz o parayı dolara çevirin, koyun bir kenara. İlerde Sayıştay denetiminde mutlaka ortaya çıkar. Sonra ödemekte zorlanırsınız.”

“Nereden bilecekler ki?””

“Diğer 15 uzman almamış. Kesin dikkati çeker! Siz beni dinleyin Ebubekir’e de söyle, 2500 doları hazır bekletin. Devlet bu! Eninde sonunda fark edecek. Aman ha, biz parayı kaptık, işler yolunda demeyin!”

Aklıma geldikçe buna benzer telefonlar edip, en azından huzursuz olmalarını sağlıyordum…

BEŞ DİŞ

Bir kaç ay geçti, Benim şark görev yerimin Elazığ olduğu kesinleşti.

Bir gün, bir dosttan bir telefon geldi;

“Başkomiserim, sizin aleyhinizde çok kötü propaganda yapıyorlar. Ben sizin yerinizde olsam, buraya gelmem! Emniyet Müdürü de bunlarla aynı tarikattan! Benden söylemesi,” dedi.

Hiç kafama takmadım. Sigaradan başka, kötü hiç bir alışkanlığım yoktu. Çalışmayı da çok severdim. Deli dolu zamanımızdı üstelik. Kimseden tırsmak da bize yakışmazdı.

Zamanı gelince, ilişiğimi kesip Elazığ’a gittim. Burada yaklaşık bir buçuk yıl çalıştım, dişlerimi sıkıp kendime hâkim olmaya çalışırken, tam 5 dişimi çektirmek zorunda kaldım…

(Neler yaşadığımı diğer anılarımda anlattım…)


Bu yaşadığımdan bana kalan ders; örgütlü olanların, tek başına mücadele edenlere göre tartışmasız galip geldikleriydi. Kimin haklı, kimin haksız olduğu hiç önemli değildi…

Sonradan gözlemlediğim kadarıyla, bunların, kendileriyle uğraşanları ‘cin çarpmışa’ dönderdiklerini gördüm. Ben de dahil!

Kim olursa olsun! Nasıl bir yapıysa, yıllar da geçse, karşılarına çıkıp da kendi cemaatlerine takoz olanları hiç unutmuyorlardı…

İsmet Sayar

 

Bu haber 351 kez okundu.
KONUK YAZAR - 2:00 am A A
BENZER HABERLER

YORUM BIRAK

YORUMLAR

Hiç yorum yapılmamış.